Anadolu kaplanı diyordu kendisine. Hatta sosyal medyadaki hesabının adı da öyleydi. Köyün yakınlarında yaşamış olan 3 tane Anadolu kaplanının köylüler tarafından vurulduğunu üzülerek anlatırdı. Orman yüksek mühendisiydi. İki yıl İrlanda’da eğitim almıştı. 70’li yıllarda İngilizceyi anadili gibi konuşuyordu. Konuşmakla kalmıyor, bize de öğretiyordu. R harfine vurgu yaparak dilimizi doğru konuşmamız ve yazmamız için öğretmenlik yapıyordu adeta. “GidiyoRum, geliyoRum” derken R harfini uzatıyordu. 68 kuşağıydı, devrimciydi.
Yurt dışından döndüğünde, omuzlarına kadar uzamış saçları, sakalı ve kulağında küpesi ile annem bile onu tanıyamamıştı. “Abla ben Mustafa!” dediğinde sesinden tanıyabilmişti. Mesleği ve yaptıkları ile gurur duyar her fırsatta dile getirirdi. Ormancı diyordu kendisine, mühendisliğinden ziyade. Aldıkları eğitimin kalitesini vurgulamak için kullandığı ve tekrarladığı cümle hafızama kazındı; “Depremlerde yıkılmayan tek yapılar orman yapılarıdır çünkü o yapıları tasarlayan da yapan da ormancılar.” derdi, büyük bir gururla.
Emekli olunca köyüne yerleşti, hayvancılık yapmaya başladı. İzmir Cumhuriyet lisesi mezunuydu, okul arkadaşlarını köyünde ağırlamayı çok severdi, kuzu çevirme yapardı gelen misafirlerine. Kurban bayramında bütün kuzenler, çoluk çocuk toplanıp gittik köye. Evinin temiz ve düzenli olduğu söylenemezdi ama olsun muhabbeti yeterdi. Lider ve yenilikçi karakteri ışık saçıyordu etrafına. Muhtar oldu köyüne, İlk işi su getirmek oldu çeşmelere, internet getirdi sonra. Ramazan aylarında köylülerin toplanıp birlikte iftar yemeği geleneği vardı,”Gezek” diyorlardı bu geleneğe, her akşam birinin evinde toplanıyorlardı ramazan boyunca. Köy meydanına bina yaptırıp içini de dayayıp döşedikten sonra evlerde değil, bu binada toplanmaya başladılar.
Çitlembik ağaçlarına antep fıstığı aşılamayı öğretti köylüye, geçim kaynağı oldu köylünün. Muhtarlık seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimi kadar önemliydi onun için, politikti hem de nasıl. Köyde yaşlı dul kadınlar çoğunluktaydı, şalvar giyerdi hepsi. Anneme kumaş getirir, şalvar diktirirdi bu kadınlara, seçimi kazacağını söyleyerek kazanırdı da.
Çocukluğumuzun kahramanıydı, gençliğimizin hatta bugünümüzün. Saati o öğretmişti kulaklarımızı çeke çeke; sabah kahvaltısında fırında kuzu pişirip yedirmişti zeytin, peynir yerine. Doğaya aşıktı, bilmediği yoktu bu konuda, ansiklopedi gibiydi. Kazdağları resmi bilirkişisiydi, Ege Üniversitesi profesörleri bile ona danışır, bilgi alırlardı; konferanslar verirdi. Bizleri gezdirirken rakım farkının ağaçlarının renk ve boyutunu nasıl etkilediğini anlatırdı, “Yüz metre sonra ağaçların renk değişimine bakın!” derdi.
Anlattığı anadolu kaplanları gibi yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Dün sabah evinde ölü bulundu. Öğlen namazına cenazeyi yetiştiririz umarım.
Serap Ergün