Sepetiniz şu anda boş!
[vc_row][vc_column][vc_column_text woodmart_inline=”no” text_larger=”no”]Arap kızı gibiydi, yuvarlak suratı, iri gözlerindeki gizemli ve buğulu bakışıyla duruyordu tesisin kapısının önünde.En büyük, en yetkin olan abisinden gelecek emirleri bekliyordu sessizce belki de korkuyla. Haksız da değildi korkmakta.
Abisinden gelen talimatı alır almaz, gelen grubun yanına son derece güler yüzlü ve neşeli bir tavırla gidiyor, tesisin içini gezdiriyordu.Tarihi mutfak eşyaları, takılar, şamdanlar, yöresel kıyafetler. Hepsini tek tek anlatıyordu. Hatta fotoğraf çekmek isteyenlere kıyafetlerden seçtiği bir tanesini giydiriyor, başlarına da yöre halkının usulünce bağladıkları örtüleri hızlıca dolayıp sarıveriyordu, allı pullu rengarenk örtüleri.
Bir yaz sezonunun başında tanıdım Feride’yi. Harran Ovası’nda yaşayan Feride, diğer kız çocukları gibi 14 yaşına geldiğinde verilmişti Halil’e. Tek farkla, yaşlı birine değil oldukça yüksek başlık parası ödeyen 21 yaşındaki çok sevdiği bu gence. Feride’nin ailesi turistik bir tesis işletmekteydi. Babasının 9 eşinden doğan 45 çocuktan biriydi. Yazları aşırı sıcak iklimin etkisiyle sanırım, tüm yöre halkı koyu esmer tenliydi. Kavruk dediğimiz türden yani.
Aşiretin en büyüğü hanımağa olan annesiydi, babasının ilk eşiydi. Bu anneden 11 kardeşi daha vardı Feride’nin. Annesi, yörede çekilen bir kaç reklam filminde doğaçlama yapmıştı. Misafirleriyle tam bir hanımağa edasıyla sohbet ediyor, çocuklarını tanıtıyordu. Diğer kumaların nerede olduğu sorulduğunda, böbürlenerek
“Onlar pamuk tarlasında çalışıyor!” cevabını veriyordu. Çektiği ilgiden oldukça memnundu. Hele onunla fotograf ve video çekmek isteyenler olunca keyiften dört köşe oluyor, mahçup bir ifadeye bürünüyordu. Yerinden hiç kalkmıyordu, fotoğraf çekerlerken bile sakince oturuyor, yanına gelmelerini bekliyordu. Otorite tamamıyla ondaydı ve çok net hissettiriyordu. Hiç okula gitmemişti. Ancak kızların hepsi okuma yazma biliyordu. Cep telefonları bile vardı.
Gezdirme ve giydirme işlemleri bitince çay ikram ediliyordu gelen turistlere. Sonra da “MIRA”. İkram edilen içeceklerin bir fiyatı yoktu, otobüs şöförü yolcularına toplanmadan önce gönüllerinden geçen bedeli ödemelerini hatırlatıyordu sadece.
Turizm Rehberi olarak çalıştığım ilk bölgeydi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi. Adana’ dan Diyarbakır’ a kadar rehberlik yaptım gruplara. ŞanlıUrfa’nın, Harran Ovası’nda aşiret yaşamına ve törelerin insanlara, özellikle de kız çocuklarına uyguladığı zulme tanıklık ettim.
Yaz sezonu olan Ekim ve Kasım aylarında bazen haftada iki kere olmak üzere çalıştım bölgede, Haziran sonundan Ekim başına kadar 47 dereceyi geçen aşırı sıcaklar nedeniyle sezon kapanıyordu. Ovaya giden turlara sürekli rehberlik yaptığım için yakından tanıdım ve anladım gizemli ve buğulu bakışların nedenini.
Ovaya her gittiğimde işini bitirince hemen bir fincan kahve veriyordu elime gülerek ve yanımda oturup sohbet ediyordu benimle Feride. Öyle tahmin ettiğiniz sohbetlerden değildi; kısa ve özel, kesintili sohbetler. Önce aile fertlerini en büyüğünden en küçüğüne tanıtmıştı bana, Feride’yle abla kardeş gibi olmuştuk. Benimle konuşurken yüzümden ziyade etrafına bakınıyordu. Özellikle annesi ve abisindeydi bakışları, onların etrafının kalabalık olduğunu görünce dönüyordu yüzünü bana. Bazen de içeri gidip allı pullu başörtülerini alıp getiriyor ve başıma bağlıyordu. Çünkü parasını verip satın alabiliyordununuz, giydiğiniz, başına bağladığınız, beğendiğiniz her şeyi. Sattıkları eşyaların onlardan tek üstünlüğü, satılmak zorunda değillerdi, durabilirlerdi. Satılmamaları durumunda çöpe atılmıyorlardı, ailenin namusu değillerdi yani. Arada bir gidip örtüleri alıp başıma bağlamasının nedeninin onları satmak değil deuzun vadeli bir planın parçası olabileceğine hiç ihtimal vermemiştim.
Oğlu vardı 6 yaşına girecekti bir kaç ay sonra, onun adını hiç söylemedi ve onu hiç görmedim.
Halil’in tesise malzeme getirdiği bir gün görmüşlerdi birbirlerini ilk kez. Varlıklı bir ailenin oğluydu. İlk bakışlar başlatmıştı yangını ikisinde de. Halil hiç vakit kaybetmemiş oldukça yüksek bir başlık parası vererek almıştı Feride’yi. Bunları anlatırken gözlerindeki çakmak çakmak yanan ışığı görmemek mümkün değildi adeta o günlere gidiyor, o günkü heyecanını yeniden yaşıyordu. Çoğu akranları, yaşlı erkeklere bilmem kaçıncı kuma olarak verilirken; onu genç ve sevdiği bir erkek almıştı.
Bir yandan onun gözlerindeki ışıltıyı hayranlıkla izlerken diğer yandan eşya gibi parası ödenerek alındığının farkında olamamasını izlemek tam bir ikilemdi benim için. Farkında olsa ne yapabilirdi ki ?
İçinde yaşadığı topluluğun kuralları buydu. Ona göre çok şanslıydı; yaşlı bir erkeğe verilmedi üstelik kuma da değil, genç birine ilk eş olarak gitmişti, daha ne olsundu. Üstelik bedelinin çok üstünde bir para vermişti Halil. Büyük ikramiyeyi kazanmış gibiydi yaşadığı coşku Feride’nin. Geçmişi düşününce çok mutlu olan bu kız, geleceği düşünürken hüzünleniyor; düşünmeyi bırakıp yerleri süpürüyordu. Annesinin açtığı radyodan yükselen türküyü dinlemeye dalıyordu. “Urfa’lıyım ezelden, gönlüm geçmez güzelden…” Göz pınarlarında yaşlar beliriyordu, bu türküyü her dinlediğinde.
Havalar soğuyup sezon kapanınca görüşmedik bir dahaki sezona kadar. Mayısta, bahar sezonunun açılmasıyla birlikte ben de başladım tur müşterilerine rehberlik etmeye. Feride bıraktığım gibi değildi, çok daha güler yüzlü, neşeli kıpır kıpırdı adeta. Biten sezonun o ve ailesi için çok iyi geçmiş olabileceği ihtimalini düşünüp sevindim ilk anda, sadece onda değil ailesinde de gözlemledim aynı neşeyi, keyfi, huzuru.
Sezon bitene kadar sohbetlerimiz devam etti. Dışardaki Feride ile içerde aşk acısından yanıp kül olan Feride aynı kadın mıydı?
Oğlunun kırkı çıkmadan Halil kuma getireceğini söyleyince kaybetmişti kendini, yattığı yerden kalkamamıştı günlerce, gecelerce. Süt bekleyen, ağlayan oğlunun çığlıkları dahil, hiç kimseyi duymamıştı ne kulakları ne de kalbi. Sadece büyük bir yankı sesi, bir uğultu vardı; hiç kimsenin, hiçbir şeyin önemi kalmamıştı, kopmuştu hayattan. Kendisinin
“Pamuk prenses” olduğunu düşünürken “kül kedisine” dönüşmüştü bir anda çünkü o olduğu gibi seviyordu, sevildiği gibi olmasa da. Sonu olsa da ona razıydı, onun ayaklarının bastığı yere basmayı, çimlerde yuvarlanıp yeşile boyanmayı hayal ediyordu. Oysa göklerde uçarken kanatlarını kırıp onu yere indiren de O değil miydi ?
Yağız bir delikanlıydı Halil; güçlü, kaslı kolları ve uzun boyu ile kalabalığın arasında kolayca fark ediliyordu. Çevresi tarafından sevilen ve sayılan bu delikanlı ne yapacağını şaşırmıştı, bir yanda cesetten farksız yatan hiçbir şeye tepki vermeyen Feride diğer yanda acıkan, altını nasıl değiştireceğini bile bilmediği, ağlayan bebesi. Çaresizlik içinde oğlunu sardığı gibi annesine götürüp anlatmıştı Feride’nin halini. Annesi sükunetle oğlunu dinledikten sonra sakin, biraz da bilge bir duruşla
“Az bekle hele, kabullenecek eninde sonunda.
Bebeyi burda bırak, sen ikisine de bakamazsın.”
demiş ve göndermişti oğlunu. Oğluna, Feride’nin üzerine kuma alma zamanının geldiğini ilk o söylemişti. Söylemekle de kalmamış alınacak kızı da bulmuştu. Zamanla bu duruma alışacak ve kabullenecekti Feride, ne de olsa başka şansı yoktu, töre buydu. İlerleyen zamanda bir iyileşme olmayınca annesi Halil’i de yanına alıp Feride’nin ailesine gitmiş durumunu anlatmıştı.
“Ne yapalım?”
Diye kibarca fikirlerini sormuştu, cevabını biliyor olsa da.
“Töreye karşı gelinmez getirin onu baba evine.”
Demişti Feride’nin annesi.
“Bebe şimdilik bizde kalsın iyileşince alırsınız.”
demeyi de ihmal etmemişti Halil’in annesi. Çok geçmeden bulduğu kızı da almıştı oğluna, bebeğe bakma sorumluluğunu da vererek. Aradan 6 yıla yakın uzun bir zaman geçmiş, ne oğlunu ne de Halil’i bir daha görmemişti
Sezon bitimine doğru haziran ayı sonlarında Feride’ de bir telaş
hissettim. Sabah grubuna rehberlik yaparken bir gün yanıma yaklaşıp gayet kısık bir sesle ve hızlıca,
“Abla seninle çok önemli bir şey konuşmalıyım!
Benim için çok önemli bir şey yapmanı istiyorum.
Ufacık bir iyilik.
Abim ve annemin yanında olmaz.
Kıyafet denemek için içeriye girelim hele beş dakikacık.”
deyip arkasını döndü ve içeriye doğru yürümeye başladı. Ben de arkasından giderken ne olabileceğini anlamaya çalışıyordum. Kalınca bir sütunun arkasına gelince
-“Gel burda görmez kimse bizi!” diyerek çekti yanına ve bir çırpıda anlattı. Halil’i ve oğlunu uzaktan da olsa bir kerecik görmek istiyordu. Bunun için de grup ayrılırken otobüsün arkasında bir yerlerde onu da götürmemizi istiyordu, onları görüp tekrar geri dönecekti. En fazla bir saat sürerdi, gidip dönmesi, ailesi anlamazdı yokluğunu. Bunları anlatırken iri gözlerinden sicim gibi yaşlar iniyordu yuvarlak yüzüne, yalvaran bakışına ve sesindeki çaresizliğine duyarsız kalmak mümkün değildi.
” Sen gidiş yönümüze doğru yürü.
Aracı durdurur şöförden rica edersin.
Çocuğuna acil alman gereken şeyler olduğunu söylersin.
Kabul eder sanırım!” dedim, aklıma tek bu fikir gelmişti.
“Tamam.” dedi ve hızlıca ayrıldı yanımdan. Biraz oyalandım ,dolaştım, bakındım, çıktığımda yoktu. On beş dakika kadar sonra da biz ayrıldık tesisten, yokuştan inerken belirdi önümüzde, el edip durdurdu otobüsü. Derdini anlattıktan sonra merdiven basamağına oturup
“Kimseyi rahatsız etmem güzel abim, şuracıkta giderim.”
deyince şoförün yapacağı bir şey kalmamıştı, yıllardır tanıyordu bu genç kadını. O da kıyamadı, olur anlamında başını salladı ve kapıyı kapatıp gaza bastı. Yolculuk boyunca hiç konuşmadı, çok heyecanlı ve mutlu olduğu her halinden belliydi, sürekli ellerini ovuşturuyor, birini diğerinin içine alıp sıkıyordu sonra el değiştiriyordu. Oğlunu çok merak ediyordu, resmini dahi görmemişti. Şehir merkezinin girişinde durdurdu aracı, teşekkür edip koşarcasına uzaklaştı, inerken gözlerime minnetle baktı sadece, hiçbir şey demedi. Onu son görüşümdü.
Annesi fark etmişti onun yokluğunu ve nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Abisini göndermiş ve ailenin namusunu temizlemesini istemişti. Töre buydu. Ailenin namusu kızının canından daha önemliydi.
Sadece iki sokak ötedeki köşeyi dönünce görecekti oğlunu ve Halil’i, soluk soluğa kalmıştı koşmaktan, bir an önce varmalıydı ve çok az yolu kalmıştı. Tam köşeye geldiği sırada arkasından gelen bir arabanın çarpmasıyla kendini yerde buldu. Yola yapışmıştı suratı adeta. Başını kaldıramıyordu, elini ayağını oynatmayı denedi, yapamadı. Gözlerini çok az da olsa açabildiğinde gördüğü ayakkabıları tanımıştı. Gözleri usulca kapandı.
Son
Serap Ergün
[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]
Paylaş
•
Kaleminize, elinize sağlık.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.