,

Geçmişten Günümüze Duygusal Bir Yolculuk: Turhan Günay’dan Geleceğe Mektup

Yazar:

dk okuma süresi

1950'lerin Ankara sokaklarında, takım elbiseli yaşlı bir adam ve ona hayranlıkla bakan küçük bir çocuk; eski evler ve vintage bir araba ile nostaljik atmosfer.

1950’ler Ankara’sında Nostaljik Bir An: Saygı ve Masumiyetin Görselleştirilmesi

Geleceğe Mektup – Turhan Günay

Ben 1957 doğumluyum yavrucuğum. 3-5 yaş aralığında Ankara Yenimahalle’de otururduk. Hayal-meyal hatırladığım iki anımı anlatacağım şimdi sana:

İlki; yaşlı, papyon kravatlı ve yuvarlak lambalı otomobili olan saygıdeğer amca ile ilgili. Zaman zaman sokağımızda, bizim evin karşısındaki eve gelirdi. Elinde bize doktor olduğunu hissettiren, düşündüren bir çantası vardı ve biz kaldırımda otururken o ne zaman gelse -belki de o dönem otomobillerin az oluşu nedeniyle meraktan, bilemiyorum- saygıyla ayağa kalkar ona bakardık. Sanki bir selamlama merasimi gibi. Hatırlıyorum, huşu içinde, sessizce ve belki biraz hazır ol durumunda merakla, ilgiyle ona bakardık.

O da bizi öyle ayağa kalkıp ilgiyle bakarken görünce eve girmeden önce mutlaka yanımıza kadar gelir, başımızı okşar ve hatırımızı sorardı. Çok mutlu olurduk. Kimdi, ne için geliyordu ara ara ve ne iş yapardı hiç bilmiyorum ve hatırlamıyorum. Ama sene 2024 o amcayı hep hatırlarım. Ne iyi bir insandı ve biz onu saydığımız gibi o da bizi sayıyor ve yanımıza kadar gelerek güler yüzle bize ilgi gösterip minicik de olsak varlığımızı onaylıyordu. Muhtemelen yedi kişiden oluşan evimizde evin en küçük çocuğu olmanın sıradanlığının dışına çıkarıyordu beni. O yaşlardaki bir bebek-çocuk için muhteşem bir duygu öyle değil mi yavrucuğum?

İkinci olay yine aynı yerde ve aynı zamanlarda sanırım. Olayın gerçekleştiği o anı hatırlıyorum ama pekişmesi annemin sonradan bir kaç kez anlatması ile oluştu muhtemelen. İki katlı bahçeli evin merdivenlerle inilen alt katında oturuyorduk. Bir gün kapı çaldı. Akşamüzeri vakitleri. Şimdi rahmetli olan ve o zaman ilk okul 3 ya da 4 e giden abim ve yanında yaşlı, takım elbiseli, fötr şapkalı ve kravatlı bir amca. Kapıyı açan annem telaşla, 

-Bir şey mi oldu? Oğlum bir şey mi yaptı diye endişeyle sordu yaşlı amcaya.
Yaşlı amca;
-Merak etme hanım kızım. Bir şey oldu ama kötü bir şey değil deyince annem biraz rahatladı.

Meğer olay şuymuş: Biz 2. durakta oturuyorduk ve abim 5. duraktaki okuluna gidiyordu her sabah. Otobüs 2. durakta henüz tenha olduğundan abim oturarak gidermiş ancak 3 ve 4. durakta başka yolcular binince yer kalmadığından abim mutlaka kalkar büyüklere yer verirmiş. Bu yaşlı amcaya da birkaç kez yerini vermiş. Tabii başkalarına da. Bu durum yaşlı amcanın dikkatini çekmiş ve abimle konuşmuş. Bir gün yaşlı amca ile okul çıkışı sözleşmişler, eve beraber gelmişler. Amca, çok güzel evlat yetiştirmişler mutlaka teşekkür etmem lazım diye 2 durak geriye gelmiş abimle beraber senin anlayacağın. Tabii annem bunu duyunca iyice rahatladı. Zaman zaman annem bu olayı aile içerisinde hem abimi onore etmek ve tabii biraz da kendine ve babama, bizi büyüten evin büyüğü babaannemize de pay çıkarmak için anlatırdı.

İşte bizim çocukluğumuz insanların bu kadar birbirini önemsediği, sevdiği, saydığı, saydığını göstermek, karşısındakini alkışlamak, ödüllendirmek ve iyiliğin yayılmasını teşvik etmek için rahatını bozma bahasına düzenini değiştiren insanların olduğu bir toplumsal yapı içerisinde geçti. Çünkü güzel ve doğru gelenekler kolay oluşmuyor ve güzel insanlar tarafından bu tip yollarla yeni nesillere aktarılması gerekiyor. İyi insanlar da bunu hiçbir şey beklemeksizin seve seve yapıyorlar. Hala da yapıyorlar ancak bir farkla bu tip insanların sayısı çok azaldı.

Hani vücuda bir virüs girer de insanı esir alır ya. İşte öyle oldu ve ülke milenyum başında adeta kötü ve bulaşıcı, neredeyse tedavi edilemeyen bir virüs aldı ve her geçen gün daha da kötüledi. Sana bu betimlemeye çalıştığım ortam ve auradan eser kalmadı. Şimdi üç-beş memur maaşına alınabilen ve neredeyse her şeyi yapabilen mobil telefonlarımız, bilgisayarlarımız, muazzam otomobiller, 50-100 katlı gökdelenler, ışıltılı yaşamların her gün önümüze akıtıldığı televizyonlarımız, herkesin birbirine savcılık-hakimlik ve cellatlık yaptığı sosyal medya mecralarımız, daha fazla geceleme yaptırılarak çok para kazanmak için hasta olmadıkları halde hastaymış gibi gösterilen, gerçekten hasta edilen ve öldürülen bebeklerimizin esir alındığı taş kalpli “müşteri odaklı” hastanelerimiz var. 1923’te ülkemizi yoktan var eden değerli atamız Mustafa Kemal Atatürk’e sövenlerimiz, istemeyenlerimiz, İstiklal marşı okunurken ayağa kalmayanlarımız ve bunu ifade özgürlüğü olarak ifade eden hainlerimiz var bolca. Kevgir haline gelmiş sınırlarımızdan elini-kolunu sallaya sallaya giren, çoğunluğu 20 yaş civarı erkek, saldırgan, doğu ülkelerindeki sert ve gelişmemiş kültürlerden ülkemize girmiş, sorgusuz-sualsiz yerleştirilmiş; hastane, okul gibi olanaklardan bedelsiz yararlanan, hızla artan sayıları nüfusumuzun %15-20 sine dayanan “mülteci” lerimiz var.

Sözün özü, ülkenin rengi şahane bayrak kırmızımızdan kahverengi-siyaha döndü. Senin de içini daha fazla karartmak istemem yavrucuğum. Ben pek muhtemel ömrümün son demlerini yaşıyorum. Büyük bir çoğunluğu hep içimde bir umut çiçeği yeşerterek geçti. Ama hani bizim çok büyük yazarımız var; Doğan Cüceloğlu. Mutlaka okumuşsundur. Onun çok güzel bir özlü sözü var: “İnsanın anavatanı çocukluğudur” der. Hiç bu andaki kadar özlememiştim çocukluğumu. Herkes özler çocukluğunu ama toplumsal huzuru bozulmuş bir apartman katından o bahçeli, telefonsuz, televizyonsuz ama hep sevginin olduğu ev, o oyunlar oynadığımız basit sokak ve başımızı okşayan komşular ne kadar güzel görünüyor bir bilsen… 

Umarım biz ayrılmadan bu ortam düzelebilir. Umarım sizlere hiç bırakmak istemediğimiz gibi bir ülke bırakmak zorunda kalmayız. Çok üzgünüm. Umarım sizler mutlusunuzdur, umarım başlarınızı okşayıp hatırlarınızı soran güzel insanlar vardır ve umarım sevgili vatanımız size güzel yaşam olanakları sunabilmek için dimdik yerindedir.

Sevgilerimle…

M. Turhan Günay

İstanbul

21.10.2024

Bir yanıt yazın